26 Eylül 2011 Pazartesi

Pancar pekmezi ve pekmezli kabak tatlısı



Geleneksel yöntemlerle üretilen pancar pekmezi, üretimin ilk aşaması pancarın hasadı işlemi ile başlamaktadır. Hasat edilen pancarlar
yıkanarak üzerindeki topraklardan arındırılır. Temizlenen pancarlar önçe soyulur daha sonra uzunlamasına ince dilimlere ayrılır.

Dilimlerin ince olması kaynatma işemini kolaylaşırmaktadır. Pancar dilimleri kazanlara doldurulur ve
üzerine kazandan kaynama esnasın da taşmayacak kadar su konulup haşlama işemine başlanır.

Haşlama en az kazanlar kaynamaya başladıktan sanra yaklaşık 3-4 saat kadar devam eder. Haşlama işleminden
sonra kazanlar çuvallara boşaltılır ve süzüntüsü yayvan kazanlara alınır.
Name:  Kaynayan su salan pancarlar cuvallara süzülmesi için dolduruluyor.jpg
Views: 3655
Size:  60.1 KB

Süzüntünün fazla olması içinpiresleme yapılır. Geri kalan posa kısmı tekrar kazanlara geri konur. Bir önceki haşlama süzme ve
presleme işlemi uygulayarak süzüntü bir önceki süzüntünün konulduğu yayvan kazana alınır.
Yayvan kazanlar istenen kıvamın oluşması için kaynatılır. Bu kaynama yaklasık 4-5 saat sürer.
Name:  Dolu olan kazan kaynaya kaynaya koyulaşarak tavanın dibinde kalıyor.jpg
Views: 4189
Size:  31.3 KB

Kaynama işleminin yeterli olduğuna kaynayan süzüntüden bir miktar tabağa alınır ve kaşıkla akışına bakılarak karar verlir.
Pancardan pekmez yapımında pekmez toprağı kullanılmaz.Yaklasık 50 kg pancardan 12-13 kg pancar pekmezi elde edilir.

Kabaklı pekmez kazanı
Name:  kabaklı pekmez tavası  daha bir saat kaynaması lazım.jpg
Views: 3450
Size:  34.6 KB

Hasat
Yıkama
Dilimleme
Posanın Kazanlara Alınması
Haslama
Süzme
Sıkma
Süzüntünün Koyulaştırılması

Pancar pekmezi ve pekmezli kabak tatlısı
Name:  Fotoğraf-0003.jpg
Views: 3481
Size:  47.6 KB

Name:  Fotoğraf-0002.jpg
Views: 3438
Size:  43.6 KB

Şimdi sizlerin ellerinizi bağlasınlar, benim ayaklarımı

Ana yüreği



Delikanlı küçük bir kasabada annesiyle mutlu bir hayat yaşamaktadır. Üstelik birbirlerinin tek varlıklarıdır. Günlerden bir gün kasabaya çok güzel bir genç kız gelir. Fakat genç kızın yüreği kendisi kadar güzel değildir. Gayet kibirli, kendini beğenmiş ve gözü yükseklerde olan bir kızdır bu.

Bizim delikanlı da genç kızın güzelliğine kapılmış ve kıza sırılsıklam aşık olmuştur. Günlerce peşinden koşmuş ama kız delikanlıya hiç yüz vermemiştir. Bu arada delikanlının annesi olayın farkına varmış varmasına da hangi güç engel olabilirmiş ki, delikanlı aşık olmuştur bir kere. Ana yüreği dayanamaz ve en sonunda delikanlıyı kıza karşı uyarır.


Ne çare, delikanlının gözü kızdan başkasını görmez. Genç ve güzel kız ise delikanlıyı iyice kendisine bağlamış, avucunun içine almıştır. Ana yüreği artık delikanlının böylesine sömürülmesine daya-namaz, son defa oğlunu karşısına alıp konuşmaya çalışır, ama boşa kürek çektiğini anlar. Delikanlı eski delikanlı değildir artık...


Ertesi gün delikanlı, yine genç kızın peşinden koşarken onu ölesiye sevdiğini ve evlenmek istediğini söyler. Kalbi kendisi kadar güzel olmayan kız bu işe bir şart koşar:


– Annenin yüreğini bana getirirsen seninle evlenirim.


Delikanlının gözü aşktan başka hiçbir şey görmediği için, bu isteği düşünmeden kabul eder. Koşarak annesinin yanına gelir ve:


" Senin yüreğin genç kızla birlikte olabilmem için tek yol!" der. Annesi hiç tereddütsüz yüreğini söker ve delikanlıya verir. Delikanlı büyük bir sevinçle genç kıza geri döner fakat yolda ayağı taşa takılıp düşer. İşte o anda ana yüreğinden bir ses gelir:


" CANIN ACIDI MI YAVRUM?!..."

Gazi

Fırına geldiğimde ortalıkta ekmek görünmüyordu. Eski bir dostum olan fırıncı,"Biraz bekleyeceksin hocam," dedi. "İki-üç dakikaya kadar çıkartıyorum."
Kenardaki tabureye oturup beklemeye koyulurken, içeriye yaşlıca bir adamın girdiğini gördüm. Eskimiş ceketinin sol yakası altında bir madalya parıldıyor ve yürürken hafifçe
topallıyordu. Selam verdikten sonra, fırıncının tezgahına yaklaşarak, "Ekmeklerimi alayım," dedi. "Benim ikizler acıkmıştır."

Fırıncı, adamın kendisine uzattığı torbayı alarak tezgahın altına eğildi ve bir gün öncesine ait olduğu anlaşılan ekmeklerden dört-beş tane çıkardı.
Ben o arada oturması için kendi yerimi o adama vermiş, tezgahın yanına iyice yaklaşmıştım. Ekmeklerden birkaç tanesinin şekli değişmiş, katılaşmış, taş gibi olmuştu.
Fısıltı şeklinde fırıncıya sordum. Neden taze ekmeği beklemesini söylemiyorsun? Biraz sonra çıkacak ya!..
"Bayat ekmekleri kendisi istiyor." dedi fırıncı. "Çok fakir olduğundan, ona yarı fiyatına veriyorum."
"Kim bu adam?" diye sordum.
"Kore gazilerinden " dedi. "Oğluyla gelini bir trafik kazasında vefat edince, ikiz torunlarını yanına almıştı. Yıllardır onlara bakıyor, hem de çok az bir maaşla."
Fırıncının anlattıkları karşısında içimin yandığını hissediyor ve ufak da olsa bir şeyler yapmak istiyordum.
"Aradaki farkı ben vereyim," dedim. "Hiç olmazsa bugün taze ekmek yesinler." Fırıncı, teklifimi kabul etti ve biraz sonra da, fırından yeni çıkan taze ekmekleri adamın torbasına
doldururken şekli bozuk, bayat ekmekleri de tezgahın altına koydu.

"Çok şanslısın hacı amca," dedi. Çocuklar için sana bugün pasta gibi ekmek vereceğim."
Yaşlı adam, bir evlat sevgisiyle kucakladığı torbayı göğsüne bastırırken. "Allah, senden razı olsun evladım" dedi. "Bugün onların doğum günü olduğunu nereden biliyordun?"

GELİNCİK

Uzaklarda bir köyde, çocuğu doğmadan kocası ölmüş, tek başına yaşayan hamile bir kadın kendisine arkadaş olması için dağda yaralı olarak bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye başlar. Gelincik kadının yanından bir an bile ayrılmaz.

Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da, oldukça uysallaşır. Bir kaç ay sonra kadının çocuğu doğar.

Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna bakmak zorundadır.

Günler geçer ve kadın bir gün bir kaç dakikalığına evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kalır...

Gelincikle bebek evde yalnız kalmışlardır. Aradan biraz zaman geçer ve anne eve gelir. Gelinciği ve kanlı ağzını görür. Çılgına dönerek gelinciğe saldırır ve oracıkta öldürür hayvanı.

Tam o sırada içerdeki odadan bebeğin sesini duyar. Anne odaya yönelir...

Ve odada beşiği, beşiğin içindeki bebeği ve bebeğin yanında duran parçalanmış bir yılanı görür...

Einstein'in söylediği rivayet edilen bir söz var:

"İnsanlardaki önyargıyı parçalamak benim atomu parçalamamdan çok daha zor."

ÖNYARGININ OLMADIĞI EN GÜZEL GÜNLER SİZLERİN OLSUN!

Çocuk

ÇOCUK
Uykusunun baldan tatlı olduğu sabahlarda , melek öpüşlerle uyandırılmaz olur .. Anne bağırır : "Çabuk ol , servisi kaçıracaksın !" Baba kükrer : "Ne yatmasını biliyorsun , ne kalkmasını !"

Sabahları güneşin doğuşunu bilmez çocuk . Hiç aydınlanmadan kalkar içi .. Taze bir sabah , bayat bir günün devamıdır çok zaman . Her sabah adına yuva denen , adına kreş denen o yere bırakılır . Başkalarının annesinde , kendi annesinin hasretini çeker gün boyu . Sabahın köründe "benim annem ne zaman gelecek" diye gözyaşları çeker solgun yüzüne dizi dizi . Akşam ne uzundur . Yuva nice gürültülü . Sevgilerini konuşurlar efkarlı saatlerde .
"Benim babam beni çok seviyor ."
"Hayır , benim babam beni daha çok seviyor ."
"Hadi oradan , beni hem babam hem annem daha çok seviyor ."

Başkalarının babası kendi çocuklarını çok severse , sanki kendi babalarının sevgisi azalacakmış gibi kavga ederler . En çok sevilen olmaktır tutkuları . Her pazartesi ne kadar sevildiklerinin ispatını yapmaya koyulurlar . Pazartesileri hep böyle geçer . Herkes kendi babasının en sevgili baba olduğunu ispat etmeye çalışır . Öteki çocuklar yeni sevgi ispatlarını ortaya koydukça içini bir ürperti kaplar . Başkalarının babası çocuklarını daha çok mu seviyordur acaba ? O reklam gelir aklına . Kahrolası reklam . "Evinizi seviyorsunuz , arabanızı seviyorsunuz ... Beni sevmiyor musunuz ?"

İnanmak üzeredir onu sevmediklerine . Arka koltuğa gazoz döktü diye ne çok bağırmıştı babası . Ama olsun , arkadaşlarına bunu anlatmazsa eğer , babasının arabasını kendisinden çok sevdiğini nereden bilecekler . Keşke her Pazartesi en sevilen evlat oyununu oynamak zorunda kalmasaydı . Bunun için Pazartesileri hep hasta numarası yapması . Uyanamaması . En sevilen çocuk olmak yarışması , bilseniz ne kadar zor diyebilse bir gün , her şey ne kadar kolay olacak . Oyunu değiştirebilirdi . Bu oyunun mağlubu olduğunu arkadaşları öğrenecek diye her Pazartesi karanlık bir kuyu olmazdı o zaman . Herkesin annesinin ve babasının ne kadar iyi anne baba olduğu , çünkü onlara ne çok pahalı oyuncak aldıklarının konuşuldukları bir sıra "beni anneannem çok sever" diye bağırıverdi .

"Anne biliyor musun bugün yuvada ne oldu ?"
"Görmüyor musun ? Telefonla konuşuyorum ."
Hiç kimsenin sevdiği şey birbirine benzemiyordu . Annesi telefonu , babası arabayı seviyordu . Her şey erteleniyordu telefon ve araba söz konusu olduğunda . Bir de eve misafir gelecek oldu mu kendisine hiç yer kalmıyordu . Nerelere gitsindi ? Annesi kapattı telefonu . Mutfaktan tencere kaşık sesleri geliyordu . Koşarak yanına gitti .
"Sana yardım edeyim mi ?" dedi , en sevimli halini takınarak . Annesi manalı manalı baktı .
"Hayırdır . Bir yaramazlık filan . Bak bir de seninle uğraşmayayım. Çok yorgunum zaten ."

Yorgunluk nasıl bir şeydi . Bazen elinde oyuncağıyla uykuya daldığında anneannesi oyuncağı yavaşça elinden alır "Nasıl yorulmuş yavrucak . Uykunun gül kokulu kolları sarsın seni" diyerek alnına bir öpücük konduruverirdi . Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eğer , ne diye annesi kendisiyle böyle kızgın kızgın konuşuyordu .
"Anneciğim yorulduğun zaman gül kokulu uykulara dalarsın . Anneannem öyle söylüyor ."
"Uykuya dalayım da gül kokuları kusur kalsın . Yorgunluktan ölüyorum ." Bu kelimeden nefret ediyordu . Yorgunum . Yorgun olduğumdan . Böyle yorgun yorgunken ...
"Anneciğim sen yorulma diye..."
"Yemekte konuşuruz çocuğum . Bankada işler yetişmedi . Baban gelene kadar bunları bitirmem lazım . Hadi sen oyna biraz ."
"Hani siz yoruluyorsunuz ya ..."
"Eeee ...."
"Ben de oynamaktan yoruluyorum ."
"Ne yapayım ?"
"Bilmem ..."
Yapılmaması gerekenleri biliyordu da büyükler , yapılması gerekenleri hiç bilmiyorlardı . Işıklar söndü birden . Annesi öfkeyle söylenmeye başladı . "Mum da yok" diye diye karıştırdı dolapları el yordamı . Çocuk sırtüstü yatıp anneannesinin köyünü düşündü . Gaz lambasının ışığında deli tavşan masalını anlatışını . Deli tavşanın duvardaki aksini getirdi gözlerinin önüne . Anneannesi gibi iki ellerini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırarak tavşan kafası yaptı . "Bak deli tavşan" diyerek parmaklarını oynattı . Yoldan geçen arabaların farları duvardaki tavşana yol açtı . Tavşan alabildiğine hür dolaştı sağda solda . Otlarla kuşlarla konuştu . Sonra yorgun düştü . Duvardaki görüntü o minik avuçların açılmasıyla kayboldu . Kolu yavaşça kanepeden aşağı sarktı .

Neden sonra ışıklar geldi . Kadın çocuğun hiç konuşmadığını akıl etti birden . Kanepeye koştu . Küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya dalmıştı . Masanın üstündeki dosyalara baktı iğrenerek . Dindirilmez bir pişmanlık doldurdu içini . Uyandırmaktan korka korka küçük alnına bir öpücük kondurdu . Çocuk sanki bu öpücüğü bekliyormuşçasına ;
"İşin bitince beni sever misin anne ?" dedi .

Kadın , sevilmek için randevu alan çocuğuna bakarak sabaha kadar ağladı .

Tık tık tık

TIK TIK TIK
Tık, tık, tık...

-Kim o?

-Hazırlan gidiyoruz.

-Sen kimsin? Nereye gidiyoruz?

-Sıran geldi. Gerçek evine gidiyoruz.

-Gerçek ev mi? Sen! Yoksa!

-Evet. Hadi gidelim.

-Dur bir dakika.. Bir sürü yarım işim var.

-İş yarım kalmaz. Birileri tamamlar. Oyalanma artık.

-Çocuklar, onlar daha çok küçük, bari vedalaşsaydım.

-Sen olmadan da büyürler, hadi bekliyorlar.

-Bekliyorlar mı? Onlar da kim?

-Gidince görürsün.

-Anladım. Anladım ama kalbini kırıp, gönlünü alamadıklarım, iyiliğini görüp, karşılık veremediklerim var. Anlayacağın borçlu gitmek istemiyorum. 

-Bunu zamanında düşünseydin!

-Zamanında mı? İyi de ben daha zamanım var sanıyordum.

-Hepiniz aynısınız… Zaman dediğin, içinde bulunduğun an.. Bunun  ötesi yok.

-Keşke, keşke....

-Devam etme. Bugünü yaşarken hep yarın var gibi davrandın. Üstündeki üniformanın sorumlulukları var.. Yerine getirmedin.. Bu sana bir uyarıydı. Şimdi gitmiyoruz... Ama her an gidebiliriz.. Bir daha geldiğimde önünde umut, arkanda  pişmanlık olmasın!

Tanrı

TANRI
Bir üniversite profesörü öğrencilerine şu soruyu sorar;

-'Var olan her şeyi Tanrı mı yarattı?'

Cesur bir öğrenci ayağa kalkar ve yanıtlar.

-'Evet her şeyi Tanrı yarattı!'

Profesör sorusunu yineler ve öğrenci yine 'evet efendim ' diye yanıtlar. Profesör devam eder;

-'Eğer her şeyi yaratan Tanrı ise ve şeytan var olduğuna göre şeytanı da Tanrı yaratmış olur ve çalışmalarımızda uyguladığımız 'Kesinlestirme' prensibine göre de Tanrı şeytandır. Öğrenci böyle bir önerme karşısında şaşırır ve yerine oturur. Profesör ise öğrencilerine bir kez daha Tanrı'nın içindeki kaderin bir efsane olduğunu kanıtlamaktan ötürü oldukça mutludur. Bu arada bir öğrenci ayağa kalkar ve;

-Bir soru sorabilir miyim profesör? der. Profesör de sorabileceğini söyler.

Öğrenci ayağa kalkar ve 'Soğuk var mıdır? diye sorar. Profesör;

-'Nasıl bir soru bu böyle, tabi ki vardır ' diye yanıtlar. 'Sen hiç soğuktan üşümedin mi?'
Öğrenci ; 'Aslında, fizik yasalarına göre soğuk yoktur. Yasamda/realitede biz soğuğu sıcaklığın yokluğu olarak düşünürüz. Herkes veya nesneler o enerji oradaysa veya bir şekilde enerji iletiyorsa onu deneyimler. Örneğin, Absolute 0 (-460 derece F) sıcaklığın kesin yokluğudur (hiç olmadığı seviyedir). Tüm maddelerin bu seviyede reaksiyon verme özellikleri bozulur ve değişir. Soğuk yoktur, o yalnızca sıcaklığın yokluğunda duyumsadıklarımızı tarif etmek için yarattığımız bir kelimedir' der ve devam eder,

- Profesör, karanlık var mıdır?

Profesör ; -'Tabi ki vardır'. Öğrenci yanıtlar,

-'Korkarım gene yanılıyorsunuz efendim. Çünkü, karanlık da yoktur. Yaşamda/realitede karanlık ışığın yokluğudur. Biz ışık üzerinde çalışabiliriz ama karanlığı çalışamayız.

Gerçekte, biz Newton'un prizmasını kullanarak beyaz ışığı kırar ve renklerin çeşitli dalga uzunlukları üzerinde çalışabiliriz. Ama karanlığı ölçemeyiz. Bir basit ışık ışını karanlık bir mekanı aydınlatarak karanlığı kırmış olur, yani karanlığı geçersiz kılar. Siz belli bir mekanın/uzayın ne kadar karanlık olduğundan nasıl emin olursunuz? Işığın miktarını ölçersiniz! Bu doğrudur değil mi? Karanlık insanlık tarafından ,ışığın olmadığı yer/mekan için kullanılan bir kelimedir. Son olarak öğrenci profesöre gene sorar;

-'Efendim şeytan var mıdır? Bu kez profesör pek emin olamamakla birlikte yanıtlar;

-'Tabi ki, açıkladığım gibi, biz onu her gün , her yerde görürüz. Şeytan/kötülük bir kişinin başka bir kişiye her gün sergilediği insaniyetsizliğin bir örneğidir. O, dünyadaki işlenmiş tüm suçlarda, şiddette yer alır. Bunların tümü şeytanın kendisinden başka bir şey de değildir.' der.

Öğrenci devam eder; -'Şeytan yoktur efendim.Yani o kendi başına yoktur. Şeytan basit olarak Tanrı’nın yokluğudur. O aynen karanlık ve soğukta olduğu gibi insanın Tanrı’nın yokluğunu tarif etmek üzere yarattığı bir kelimeden ibarettir.Tanrı şeytanı yaratmadı. Şeytan/kötülük insanın Tanrısal sevgiyi yüreğinde duyumsamadığı zaman deneyimlediklerinin bir sonucudur. O aynen sıcaklığın olmadığı yere gelen soğuk ya da ışığın olmadığı yere gelen karanlık gibidir. Profesör yerine oturur.

Genç öğrencinin adı ALBERT EINSTEIN'dır.ANRI

Yoksul bir çiftçi

YOKSUL BİR ÇİFTÇİ
İskoçya’ da yoksul mu yoksul bir çiftçi yaşardı. Fleming’ di adı. Günlerden bir gün tarlada çalışırken bir çığlık duydu. Hemen sesin geldiği yere koştu. Bir de baktı ki beline kadar bataklığa batmış bir çocuk, kurtulmak için çırpınıp duruyor. Çocukcağız bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Çiftçi çocuğu bataklıktan çıkardı ve acılı bir ölümden kurtardı.

Ertesi gün Fleming’in evinin önüne gelen gösterişli arabadan şık giyimli bir aristokrat indi. Çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak tanıttı kendini.

“Oğlumu kurtardınız, size bunun karşılığını vermek istiyorum” dedi.

Yoksul ve onurlu Fleming ; ”Kabul edemem!” diyerek ödülü geri çevirdi. Tam bu sırada kapıdan çiftçinin küçük oğlu göründü.

“Bu senin oğlun mu?” diye sordu aristokrat. Çiftçi gururla "Evet!" dedi. Aristokrat devam etti;

“Gel seninle bir anlaşma yapalım. Oğlunu bana ver iyi bir eğitim almasını sağlayayım. Eğer karakteri babasına benziyorsa ilerde gurur duyacağın bir kişi olur.”

Bu konuşmalar sonunda Fleming’in oğlu aristokratın desteğinde eğitim gördü. Aradan yıllar geçti. Çiftçi Fleming’in oğlu Londra’daki St. Mary’s Hospital Tıp Fakültesi’nden mezun oldu ve tüm dünyaya adını penisilini bulan Sir Alexander Fleming olarak duyurdu.

Bir süre sonra aristokratın oğlu zatürreeye yakalandı. Onu ne mi kurtardı?  Penisilin!

Aristokratın adı : Lord Randolp Churchill’ di…

Oğlunun adı ise : Sir Winston Churchill.

Sevgi sofrası

sevgi sofrası...

Bir gün sormuşlar ermişlerden birine: -Sevginin sadece sözünü edenlerle onu yaşayanlar arasında ne fark vardır? -Bakın göstereyim demiş ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da 'derviş kaşıkları' denilen bir metre boyunda kaşıklar. Ermiş sofradakilere "Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz." diye bir de şart koymuş. Peki!" deyip içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar öylece aç kalkmışlar sofradan. > Bunun üzerine "Şimdi.." demiş ermiş: -Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe. Yüzleri aydınlık gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyurun." denilince her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan. "İşte!" demiş ermiş ve eklemiş: -Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz ve şunu da unutmayın hayat pazarında alan değil veren kazançtadır daima.

Kalp

KALP            
Genç kız feci bir hastalığın pençesinde kıvranıyordu. Yaralı kalbi artık bu dünyaya daha fazla dayanamamaya başlamıştı. Çok zengin olan ailesi tüm gazetelere, kalp nakli için ilân vermişlerdi... Canını feda edecek birini arıyorlardı... Genç kız ise her gün hastane odasında biraz daha solmaktaydı.

Yine yalnızdı odasında, gözü yaşlı, boynu bükük ölümü bekliyordu... Gözlerini kapadı, bu küçük odada gözyaşı dökmekten bıkmıştı... Yine de engel olamadı pınar gibi çağlayan gözyaşlarına. Sevdiği geldi aklına, fakir ama onu seven sevgilisi... Her gün aynı şeyleri düşünüyor, anıları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu...

"Param yok ama sana verebileceğim sevgi dolu bir kalbim var" demişti delikanlı... Genç kız da zaten başka bir şey istemiyordu...Sevgiye muhtaç biri, sevdiğinin sevgisinden başka ne isteyebilirdi ki... Ama olmamıştı işte, dünyalar kadar olan sevgilerinin arasına, o lanet olasıca para girmeyi bilmiş, onları ayırmıştı... İşte paranın geçmediği zamanlara gelmişlerdi... Ne önemi vardı artık? Şu son günlerinde, sevdiği yanında olsa yeterdi...
Ayrılıklarından bu yana beş bitmeyen, çile dolu yıl geçmişti...Her günü zehir, her günü hüsran... Ama genç kız hep sevgisini yüreğinde taşımış, kalbini kimseyle paylaşmamıştı. Sevdiğini düşündü işte o an.. Acaba o neler yapmıştı bu kadar sene boyunca.. Kim bilir kiminle evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı...

Gözlerinden bir damla yaş daha damladı kurumuş, bitmiş ellerine. Ellerine baktı, bir zamanlar ellerinin, ellerini tuttuğunu hayal edip, her gün saatlerce ellerini seyrederdi... En çok da saçlarının dökülmesine üzülüyordu. Çünkü sevdiği öpmüş, koklamıştı onları. Her bir tanesi koptuğunda, kalbine bir ok daha saplanıyordu.

Kalbi yine sızlamaya başlamıştı. Belki sevdiği yanında olsa, kalbi bu kadar yorulup, veda etmezdi yaşama... Zaten artık ölüm umrunda değildi genç kızın. Sevdiğinden ayrı yaşamanın ölümden ne farkı vardı ki...

Tekrar o geldi aklına... Keşke keşke yanımda olsa dedi. Son bir kez elini tutsa yeterdi. Gözlerini son bir kez öpse, rahatça ebediyen gözlerini kapatabilirdi artık... Gözleri pınar gibi çağlamaya başladı. Sevdiğini son bir kez göremeden ölmek istemiyordu.. Ufak da olsa ondan bir hatırasını almadan bu dünyadan göçmek istemiyordu... Sevdiği, kim bilir kiminle beraberdi? Kendi, sevgi dolu kalbini kimseyle paylaşmayı düşünmemişti bile ama acaba o paylaşmış mıydı? Onun sevgisini silmiş atmış mıydı acaba kalbinden? İçi birden nefretle doldu. Üstüne büyük bir ağırlık çöktü. Onu düşündükçe her dakikasının zehir olması artık çok daha ağır geliyordu genç kıza... Ölmek istedi, artık yaşamak istemiyordu bu dünyada... Ama sevdiğinden bir hatıra almadan ölmeyeceğine and içmişti. Tekrar gözlerini açtı. Kim bilir belki de sevdiği onu unutmuştu.. Bu düşünceler içinde daldı... Birden babası girdi odaya, kızına kalp nakli için bir gönüllü bulduklarını müjdeleyecekti. Fakat genç kız çoktan uykuya dalmıştı... Bir meleği andıran masum yüzü, sevdiğinin özleminden sırılsıklamdı...

O gece biri gözlerini dünyaya kapadı, genç kız ameliyata alındı. Tekleyen ve görevini yerine getirmeyen kalbi değiştirilmişti. Bir hafta sonra tekrar gözlerini açtı dünyaya genç kız. Ama dünya daha farklı geldi ona. Sanki bir şeyler eksikti...

Aradan aylar geçmiş genç kız artık iyice iyileşmişti. Ama içindeki burukluğu bir türlü atamıyordu. Sevdiği aklına gelince kalbi eskisinden daha çok sızlıyordu... Bir kere, bir kere görebilsem diye mırıldandı... Kalbi yine sızlamaya başlamıştı. Yeni kalbi onu iyileştirmişti ama nedense her gece aniden hızlanıyor, onu uykusundan uyandırıyor ve sanki yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlıyordu...

Genç kız bir anlam veremediği bu durumu doktora anlatmıştı ama ameliyatı kolay değildi, bir aya kalmadan geçer demişti doktor. Aylar geçmişti ama hâlâ aynıydı durum. Çiçeklerinin yanına gitti. Her gün onlarla saatlerce dertleşiyor, zaman zaman ağlıyordu onlara.. En çok kan kırmızısı gülünü seviyordu. Çünkü kırmızı gülün onun için yeri apayrı idi. O da genç kızla beraber gülüyor, onunla beraber ağlıyordu. Onu sevdiği gibi görüyordu genç kız. Ve gülünü sevdiğini ilk gördüğünde ona hediye edeceğine dair yemin etmişti. Başka türlü paylaşamazdı gülünü kimseyle...

Kapı çaldı aniden. Kapıyı açtı ama kimse yoktu. Gözü yerdeki beyaz zarfa ilişti. Yavaşça eğilip zarfı yerden aldı. Birden kalbi deli gibi atmaya başladı. Ne olduğunu anlayamıyordu. Zarfın üzerinde ne bir isim, ne bir adres vardı. Zarfı açtı, içinden beyaz bir kağıda yazılmış bir mektup çıktı. Kalbi daha hızlı atmaya başladı. Onun kokusu vardı kağıtta. Evet, onun kokusu vardı. Yıllar yılı özlemini çektiği, yanında olabilmek için canını bile verebileceği sevdiğinin kokusu vardı mektupta... Başı dönmeye başladı. Koltuğuna geçip oturdu yavaşça... Kağıdı açtı ve elleri titreyerek okumaya başladı.
"Sevgilim, senden ayrıldıktan sonra, bir kalbe iki sevginin sığmayacağını bildiğimden dolayı, ne bir kimseyi sevebildim, ne de kimseye bakabildim... Her günüm diğerinden daha zor geçti, çünkü her gün özlemin daha da artıyordu...

Sana kitapları dolduracak kadar şiirler yazdım. Her biri diğerinden daha da hüzünlüydü. Yazdım, okudum, ağladım... Her gün yazdım, her gün okudum, senelerce ağladım... Her gece seni düşündüm sabahlara kadar, her gece senin yanında olmayı istedim. Ve her gece sensizliğe lanet ettim, uykuları haram ettim kendime, sensiz olmanın acısını gözlerimden çıkardım... Ve bir gün her şeyi değiştirecek bir fırsat çıktı önüme. Bunu fırsatı değerlendirmeyip, kendime haksızlık edemezdim. Ve değerlendirdim... Senden çok uzaklara gittim, belki seni unuturum diye... Ama tam tersi oldu. Seni daha çok özlüyorum artık...

Senden çok uzaklardayım belki ama yine de seni görmek için uzaklardan gelebiliyorum. Hem de her gece...Seni seviyor, seyrediyor ve eğilip sen uyurken yanağına bir öpücük konduruyorum.. Bazen gözlerini açıp bakıyorsun, geldiğimi bildiğini sanıyorum ama yine o tatlı uykuna geri dönüyorsun. Yarın birbirimizi sevmemizin altıncı senesi... Hep ben geldim şimdiye kadar senin yanına, yarın da sen gel olur mu sevgilim.. Ha, unutmadan, sana hep sözünü ettiğim, kalbime iyi bak olur mu? Çünkü göz yaşlarımla, adını yazdım ona... Seni senden bile çok seven bir sevgi var kalbinin içinde unutma. Kırmızı gülü de unutma olur mu?
Seni Seviyorum, Yanıma Gelinceye Kadar da Seveceğim.....

Çalışmadan tüketen toplumlar

 

ATATÜRK,  ÇALIŞMADAN TÜKETMEYE ALIŞMIŞ TOPLUMLAR, ÖNCE HAYSİYETLERİNİ, SONRA DA BAĞIMSIZLIKLARINI YİTİRİRLER...

Atatürk`ün sağlığında meşhur Duçe Mussolini,  Atatürk ölmeden Türkiye`ye birşey yapamayız. Ancak Atatürk öldükten sonra biz emellerimize kavuşabiliriz, demiş ve bu da Atatürk` e iletilmişti. Atatürk yanındakilere; Bakın, iki Atatürk vardır; Biri benim naçiz vücudumdur ve elbette toprak olup gidecektir. Ancak diğeri, Türk Milletinde yaşayacaktır. Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.

ETTİĞİMİZ YEMİNİMİZE SADIK KALALIM... Atatürk`ün sağlığında meşhur Duçe Mussolini;` Atatürk ölmeden Türkiye`ye birşey yapamayız. Ancak Atatürk öldükten sonra biz emellerimize kavuşabiliriz, demiş ve bu da Atatürk` e iletilmişti. Atatürk yanındakilere; `Bakın, iki Atatürk vardır; Biri benim naçiz vücudumdur ve elbette toprak olup gidecektir. Ancak diğeri, Türk Milletinde yaşayacaktır. Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır -Sonsuza kadar yaşayacaktır- ` der. Bizler ise, Onu ne kadar anladık ve yaşattık? Özal` dan bahsederken Rahmetli Özal diyoruz. Ama Atatürk içimizde yaşadığı, ölmediği, için Rahmetli sözcüğünü kullanmıyoruz. (!) Görünen o ki; Atatürk`ün bedeni öldüğü gün biz ikinci Atatürk`ü de öldürmüşüz...  Atatürkçülüğü, heykel seviyesine indirgedik,  heykellerinin önünde saygı duruşu yaparak - Putlaştırarak- Atatürk ilkelerini koruduğumuzu sandık. Yakamıza rozetlerini takarak - Muskacılık yaparak- Atatürkçü olduğumuzu göstermeye -kolaycılığa- kalkıştık. Hatta bazılarımız daha da ileri giderek, Atatürk`ün heykellerinden korkup heykellerini kırmaya, resimlerini yırtmaya çalıştık. Ama asla Atatürk`ü anlamaya, Atatürk gibi olmaya çalışmadık.    İstikbal göklerdedir.  diyerek havacılığın önemini vurgulayan Atatürk`ün döneminde, uçak yapıp (1926 ) Danimarka`ya,  Polonya`ya  ihraç eden Türkiye, Atatürk`ün yapımına başlattığı ve havacılığın olmazsa olmazı, Rüzgar Tünelinin inşaatını Atatürk`ün ölümünden sonra durdurdu. Şimdi ise yüzde yüz yerli otomobil bile üretemiyor, elin aracını lisanslı olarak (Onların adına) üretip ihracaat patlaması yaptığımızdan dem vuruyoruz. (Tamamen yerli otomobil yapacak kadar teknolojimiz mi yok? Sermayemiz mi? yoksa aklımız mı?)   Mevcut hidroelektirik barajlarımızdan bedavaya elektirik üretip harcayacağımıza, %30-40`lar seviyesinde çalıştırıp, elin doğalgazına para ödeyerek Elektirik üretiyoruz.  Bu nedenle Avrupada en pahalı elektiriği biz harcıyoruz. Popülizm uğruna doğuda harcanan elektiriğin %60`ının kaçak olduğunu bile bile önlemiyor, bu farkı parasını ödeyenlerden tahsil ediyoruz.

Aşı üretim tesislerimizi kapatıp, İngiltere`den Tamiflu(Grip- Kuş gribi aşısı) ithal ediyoruz.   Ülkemizin uluslararası ilişkilerde hiçbir ağırlığı ve saygınlığı kalmadığından, Bedeviler dahi bize Vize uygulamakta ama Kıbrıs Rum Kesimine, İngiltere`ye ve AB ülkelerine gel geç demektedir. Kırmızı Çizgi` lerimiz, pembeye dahi dönüşmemiş;  başımıza geçirilen çuvalların mor izleri haline gelmiştir. Biz ise hala Kurtlar Vadisi gibi Sn. F. Altaylı` nın deyimiyle ( Sanal mastürbasyonla) idare ediyoruz. Balık hafızalı olmayalım... O Çuvallar ilk değil... Uluslararası tatbikatta MUAVENET gemimiz, tek kişi tarafından kazara ateşlenmesi ve idare edilmesi mümkün olmayan bir füze ile kimler tarafından nasıl vuruldu? Bizim tavrımız ve sonuç ne oldu? Amerikalılar madem bu kadar sakarlar; Okyanusta veya uluslararası sularda hergün karşılaştıkları halde, neden bugüne kadar kazara bir Rus veya Çin gemisini, uçağını vurmadılar?  Yurtdışında Türk olduğunuzu göğsünüzü gere gere söyleyebiliyormusunuz? Bu duruma neden geldik?   Üniversitelerimiz dünya sıralamasında bildiğim kadarıyla ilk 100`e giremiyor. 7-13 Şubat haftasının Aktüel dergisine bakın ; 5 öğretim üyesinden biri hiç kitap okumuyormuş. Allah bilir ya, beş öğretim üyesinden ikisi yabancı dil biliyor, ikisi de internet`i biliyordur. 

Osmanlı döneminde içimize işlemiş olan alçaklık kompleksi tekrar nüksettirildi ve Avrupalı üstündür, Avrupa malı kalitelidir imajı yeniden kabul ettirildi. İsteyen reklamları izlesin; `Üstün Alman Kalitesi, üstün Alman teknolojisi veya Üstün Japon teknolojisi` imgeleri sık sık tekrarlanarak hafızamıza işlendi. Onlar haklıysa? Neden bizim mallarımızın kalitesiz olduğu araştırılmadı. Kaliteli olan mallarımız için neden biz onların ülkesinde Üstün Türk Kalitesi` diye reklam yapamıyoruz?  EN HAKİKİ ÖNDER; İLİMDİR, FENDİR.` DİYEN ATATÜRK` ÜN ÜLKEYİ EMANET ETTİĞİ İNSANLARIMIZA BAKIN; Ankara` da ben (Haşa) Allah' ım diyen dolandırıcılara inanan insanlarımız, Allah diye bildiği sahtekarlara cep telefonu alıyor ve harcaması için para veriyorlar. (Allah`ın cep telefonuna, paraya ihtiyacı mı olur?) Adamlar o kadar pervasız ki, yanına peygamberler olarak (sanki Allahın kurmay heyeti) bazı arkadaşlarını da getiriyor. Tabi ki bizim has kulu(!) da donuna kadar soyuyorlar. Ne acıdır ki, dinimizi bilmediğimizden Sivas`ın bir ilçesinde şeyh olduğu iddia edilen bir bunağın cinsel organını öperek cennete gideceğini sananları da sn. Uğur Dündar ve televizyonlar sayesinde öğrendik. Vatandaşlara dinimizi doğru öğretecek personel yetiştirmesi için kurulan okullardan yetişenler ise Askeri okullara, Hukuk fakültesine ve Kamu yönetimine talip oluyorlar. Tabii saf vatandaşa da ya şeyhin şeyi kalıyor, ya da Allah` ın kendisi(!)

 Eski-yeni bürokratların, seçilmişlerin, komutanların, bakanların ve hatta başbakanların yolsuzluklardan yargılandığını ceza aldığını, yolsuzlukların, eskilerin deyimiyle vaka-yi adiyeden sayılmaya başladığını utanarak görüyoruz.  Almanyada iken haksızlığa uğrayan bir alman köylüsünün,  Berlinde hakimler var.  diyerek hakkını arayacağını, hukukun üstünlüğüne inandığını gören ve Adalet Mülkün(Devletin) temelidir  diyen Atatürk`ün ülkesinde en çok izlenen televizyon programının mafyaya özendiren bir program olması, bir suçtan yargılanan savcının (Cumhuriyet savcısı diyemiyorum) Adalete hiçbir zaman güvenmedim...  demesinden, Hukukun üstünlüğünü sağlayıp yücelteceğimize, hep birlikte batırdığımızı üzülerek görüyoruz. 

ATATÜRK,  ÇALIŞMADAN TÜKETMEYE ALIŞMIŞ TOPLUMLAR, ÖNCE HAYSİYETLERİNİ, SONRA DA BAĞIMSIZLIKLARINI YİTİRİRLER... DİYOR. Dış ve iç borcumuz gırtlağa dayandı. HAYSİYETİMİZİ YİTİRMEYE başladık. BAĞIMSIZLIĞIMIZI HENÜZ YİTİRMEDEN, lütfen bu ülkeyi sıfırdan, hatta eksilerden kurup, döneminin en onurlu devleti haline getiren atalarımızın çocukları olarak; AYNI TÜRK ULUSU olduğumuzu hatırlayalım ve Atatürk`ün çizdiği muasır medeniyet yolunda ilerleyelim. TÜRKÜM DİYEN HERKES ! LÜTFEN, GERÇEK ATATÜRKÇÜLÜĞÜN NE OLDUĞUNU İYİ BİLELİM VE İLKOKULDA 5 YIL BOYUNCA HER SABAH ETTİĞİMİZ YEMİNİMİZİ HATIRLAYALIM. YEMİNİMİZE SADIK KALALIM... BELKİ İLKOKULDA İKEN HER SABAH SÖYLEDİĞİMİZ ANDIMIZIN NE OLDUĞUNU BİLMİYORDUK. AMA MUHAKKAK EZBERİNİZDEDİR... LÜTFEN ŞİMDİ, İÇİNİZDEN BİR KERE DAHA TEKRARLAYIN VE YEMİNİNİZE SADIK KALIN...
Kadınlara şaka yapmaya gelmez...

Kadının bir süreliğine iş seyahati için İngiltere'ye gitmesi gerekmektedir. Kocası eşini havaalanına kadar götürür.
 Kadın:
'- Teşekkür ederim kocacığım, senin için İngiltere'den ne getirmemi istersin?' diye sorar.
 Adam güler ve yanıtlar:
'- Bir İngiliz kızı istiyorum hayatım...'
 Kadın sessiz bir şekilde kocasından ayrılır ve yola çıkar.
 2 hafta sonra adam karısını tekrar havaalanından almaya gider ve sorar:
'- Hayatım gezin nasıldı?'
 Kadın:
-'Teşekkur ederim hayatım çok güzeldi.'
 Adam:
-'P
eki hediyem nerede?'
 Kadın:
-'Ne hediyesi?'
 Adam:
-'Hani bir İngiliz kız istemiştim ya...'
 Kadın:
-'Haa hatırladım, evet elimden geleni yaptım, şimdi biraz beklememiz lazım kız olup olmayacağını görmek için!!!'

Kalp sağlığı

Kalp sağlığımız için

Kalp Krizi ve Sıcak Su
Sadece öğünlerden sonra sıcak su içme
konusuna değil kalp krizi risklerine de değinmektedir.
Çinliler ve Japonlar yemeklerinden sonra soğuk su değil sıcak çay içerler.
Belki biz de yemekten sonra sıcak bir şeyler içme alışkanlığımızı onlardan edindik.
Eğer yemeklerden sonra soğuk şeyler içiyorsanız bu yazı size
hitap ediyor. Yemekten sonra soğuk bir şeyler içmek sizi rahatlatabilir.


Ancak tükettiğiniz soğuk su katılaşarak yağlı bir madde haline döner ve
yavaş bir şekilde sindirilir. Bu asitli tepkime bozularak bağırsakta katı
maddelerden daha hızlı bir şekilde emilir. Bir kısmı bağırsağa yapışır.
Kısa bir süre sonra tamamen yağ haline döner ve kansere yol açar.
Yemekten sonra sıcak su veya çorba içmek en iyisidir.
Kalp krizi hakkında önemli birkaç bilgi

Kalp krizi belirtisi her zaman sol kolun uyuşması değildir. Çenedeki şiddetli ağrıların da
farkında olun. İlk göğüs ağrınız kalp krizi sırasında gerçekleşmez. (Daha önce mutlaka
göğüs ağrınız olmuştur) Mide bulantısı ve şiddetli terleme de önemli kalp
krizi belirtilerindendir. Kalp krizi geçiren insanların %60 ı uyurken ölür.
Göğüsteki ağrılar sizi uykudan uyandırabilir. Lütfen dikkatli olun ve olanların farkına varın.

Bir kardiyoloji uzmanı diyor ki; Eğer bu mesajı okuyan herkes arkadaşlarına
gönderirse bir hayat kurtarır. Bu nedenle bu mesajı tüm önemsediğiniz
arkadaşlarınıza gönderin.

Gönen iğne oyaları

    İğne oyası ve kaplıcaları ile meşhur göneninimizin,  her yıl 2-6 eylül de yapılan oya festivali tüm türkiyeden olduğu gibi, dışarıdan da  ilgi almaktadır.  Hanımların  yapmış oldukları oyaları bir kaç parça ile tanıtmaya çalışayım.
                                  






            

                                                   İğne oyalı namaz baş örtüsü 




                                                            Baş örtüsü


                                                                   İğne oyalı seccade


                                                                 namaz baş örtüleri




                                                             Oyalı namaz baş örtüsü




                                                                          Tepsi örtüsü

                                                                  Oda takımı 6 parça

                                                             Masa örtüsü, sehpa örtüsü


                                                                      Masa örtüsü


                                                                     Masa örtüsü


                                                                        Oda takımı


Sehpa örtüsü (büyük)

Sehpa örtüsü (küçük)

İğne oyası ve kaplıcalarıyla meşhur gönenimizin Hasanbey köylü hanımların oya yaparken sohpetleri ve her salı günü kurulan gönen oya pazarından derlenmiş güzel görüntüler. 







Geç kalmayın

Geç kalmayın

Henüz 18 yaşındaydı ama hayatının sonundaydı. Tedavisi mümkün olmayan ölümcül bir kansere yakalanmıştı. Kahır içinde eve kapatmıştı kendini...Sokağa çıkmıyordu. Annesi, bir de kendisi. O kadardı bütün hayatı...

Bir gün fena halde sıkıldı, dayanamadı, attı kendini sokağa. Bir yığın vitrin önünden geçti, tam bir CD satan dükkânı da geride bırakmıştı ki, bir an durdu, geri döndü, kapıdan içeri, gözüne hayal meyal takılan genç kıza bir daha baktı. Kendi yaşlarında harika bir genç kızdı tezgahtar... Hani, ilk bakışta aşk derler ya, öyle takılıp kalmıştı işte...İçeri girdi. Kız, gülümseyerek koştu ona; "Size nasıl yardım edebilirim?" diye. Nasıl bir gülümsemeydi o... Hemen oracıkta sarılıp öpmek istedi kızı... Kekeledi, geveledi, sonra "Evet!" diyebildi. Rastgele birini işaret ederek; "Evet, şu CD'yi bana sarar mısınız?" dedi. Kız CD'yi aldı, içeri gitti, az sonra paketle geri geldi. Genç kızdan aldı paketi, çıktı dükkandan, evine döndü. Paketi açmadan dolabına attı. Ertesi sabah gene gitti aynı dükkâna...Gene bir CD gösterdi kıza, sardırdı, aldı eve getirdi, attı paketi dolaba gene açmadan...Günler hep alınıp, sardırılan CD'lerle geçti. Kıza açılmaya bir türlü cesaret edemiyordu.


Annesine açıldı sonunda...Annesi; "Git konuş oğlum, ne var bunda?" dedi. Ertesi sabah, bütün cesaretini topladı, erkenden dükkâna gitti. Bir CD seçti. Kız gülerek aldı CD'yi, arkaya gitti paketlemeye. Kız içerdeyken bir kâğıda "Sizinle bir gece çıkabilir miyiz?" diye yazdı, altına telefon numarasını ekledi, notu kasanın yanına koydu gizlice. Sonra,paketini alıp kaçtı gene dükkândan... İki gün sonra evin telefonu çaldı... Anne açtı telefonu. Dükkândaki tezgahtar kızdı arayan. Delikanlıyı istedi, notunu yeni bulmuştu da... Anne ağlıyordu... "Duymadınız mı?" dedi. "Dün kaybettik oğlumu." Cenazeden birkaç gün sonra anne, oğlunun odasına girebildi sonunda. Ortalığa çeki düzen ermeliydi. Dolabı açtı, oraya atılmış bir yığın açılmamış paket gördü. Paketleri aldı, oğlunun yatağına oturdu ve bir tanesini açtı. İçinde bir CD vardı, bir de minik not…


"Merhaba, sizi öyle tatlı buldum ki, daha yakından tanımak istiyorum. Bir akşam birlikte çıkalım mı? Sevgiler... Jacelyn " Anne, bir paketi daha açtı, onda da bir CD ve bir not vardı: "Siz gerçekten çok tatlı birisiniz, hadi beni bu gece davet edin, artık.

Bir öykü

BİR ÖYKÜ
Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektör'ün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?

Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı. Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu..

Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; "Bekleriz" diye mırıldandı... Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.. Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü.. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi.. Sonunda sekreter, dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa gidecekleri yok" diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu..


Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu? Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.

Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard'da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.

Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam" dedi, sert bir sesle, "Biz Harvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..."

"Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın.. "Anıt değil... Belki, Harvard'a bir bina yaptırabiliriz". Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak, "Bina mı?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı..."

Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan kurtulabilirdi.. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: "Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?"

Rektör'ün yüzü karmakarışıktı.. Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California'ya, Palo Alto'ya geldiler. Ve Harvard'ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.

Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD'u.

Hoca ile öküz

Köylünün biri komşusunun karpuz tarlasına bir öküz ile köy hocasının girdiğini görür ve karşıdan bağırır, senin karpuz tarlasına hoca ile bir öküz girdi.

Tarla sahibi de seslenir, hocayı çıkarın hocayı çıkarın, diğer köylü ne yapacağını şaşırır, gider ve hocayı çıkarır, tarla sahibinin yanına gelir, şaşkınlığını merek ederek sorar, ya neden öküzü değilde hocayı çıkarın dediğine bir anlam veremedim.

-Köylü

Yahu hayvan doyunca çıkar zaten, hoca doymak bilmez ki!

Hayata dair

°CAHİDE



Ben Cahide Sonku dönemini pek bilemem ama sinemaya olan tutkumdan dolayı, kendisini ve hayatını çok ilginç bulmuştum. Anneme, "Cahide Sonku neden böyle bir sona sürüklendi" diye sorduğumda verdigi cevap basından takip edip de öğrendikleriyle kısıtlıydı."Filmleri çok iş yapardı... o döneme göre oldukça şık giyinirdi. Zengin platolarda görünürdü. Duyduğumuza göre alkole alışmıştı ..galiba kocası ile arası da günden güne açılmış...çok zengin bir tütün kralı kocası vardı..adı İhsan Doruk "...
Annem anlatmaya şöyle devam ederdi: "Ben kendisini çok fazla beğenmezdim, açıkcası bana çok soğuk ve mesafeli gelirdi...dönemin bir kadınıydı işte.."1919 Doğumlu olan Cahide; Yıllar sonra benimde ilgi alanıma girdi ve hayatını irdeledim.

Hakkında çok araştırma yaptım....gerek gazetelerde ve dergilerde hatta kitaplarda Cahide'yi aradım.Onunla beraber Balık pazarında hayali de olsa yürümeye çalıştım. Kaldığı evdeki o havayı solumaya çalıştım. Meyhanede kendine ayrılan fakir köşesini düşünmeye çalıştım. Her şeyden önce içindeki sızıyı, darbeleri, kırıklıkları anlamaya çalıştım.

Aslında bir insan birden bire bu kadar teslimiyetçi olamaz...herşeyi bırakıp gidemez..kendini, güzelliğini, kariyerini, ismini bir çırpıda harcayamaz...Sanıyorum, yudumlanan o ilk kadehten sonra, belkide her şeyi göze alıp yaşamını terkedecek kadar ve boyut değiştirecek kadar içki şişelerinin ardına gizlendi...ve o kadehlerde meyhane dostluğuna sığındı.

Para pul'da kalmayınca, içki içtiği mekânlarda maalesef yer değiştirdi. Bugün oldukça lüks bir lokalde sırtınızda mink kürkünüzle, pahalı parfümünüz ve marka elbisenizle, boynunuzu, kollarınızı, kulaklarınızı süsleyen değerli mücevherlerinizle avize gibi parlayarak içkinizi yudumlarken...birden gözlerinizi kısa süreliğine kapatıyorsunuz...ve kendinizi salaş bir meyhanenin fakir köşesinde, mahalle esnafının iki tek atıp birbirleriyle küfürlü konuştukları mekanda gözünüzü açıyorsunuz.. Cok kötü bir durum bu değilmi? hayat kalitesini kaybetmek ve koruyamamak cok korkunç bir şey olmalı.

Aslında kendisi de hata yaptığını itiraf etmiştir. Kimseye yüz vermemesi, insanlara tepeden bakması, erkeklerin dolu dizgin rekabet yaşadığı o acımasız piyasada yetersiz gücüyle onlarla dans etmesi ve bu dansı iyi becerememesi elbette yıkılması için bir sebepti.

Bir yangın sonucu şirketinde bulunan bütün servetinin kül olması onun sonunuda yavaş yavaş getirdi...başka birikimi olmaması, ailevi sorunları, eşiyle yaşadığı ve kimsenin detaylarını pek bilemediği problemler de eklenince...... ve en önemlisi Alkole zaafı olması ve teslimiyetçi ruhu daha fazla yaşamasına izin vermedi.Okuduğuma göre, Beyoglu'nda onu görenler, ayağındaki eski püskü lastik çizmelerini anlatmışlardı.

Başı önünde, hüzünlü bakışlarıyla ve bitik bir hayatın içindeki son çırpınışlarıyla sığındığı eve doğru yürürmüş....Cahide, Devlet Tiyatrosu'ndan üç ayda aldığı emekli maaşını cebine koyup, doğru meyhanenin yolunu tutarmış, çevresindekilere içki ısmarlar, sohbetler edermiş. Cömertliği sayesinde çevresinde "beleşçi-sömürücü" tipler hergün çoğalırmış.Cahide 22 yaşından beri içiyormuş..( ilk kocası alıştırmış). Viskilerin biri gelip biri giderken, hiç sevmediği, midesinin bulandığı, tahtakurusu kokusundaki viskiye alışıvermiş.

Suadiye'de üç katlı, leylaklarla sarılı bir evde yaşarken, eşi tarafından hizmetçisi ile aldatılmış. Kocası ile sinir harbi hiç bitmemiş, hatta soğuk havada kaloriferleri yaktırtmadığı için kocasını dönemin sorgulu siyasilerinin arkasından ihbar etmiş.Oldukca kinci, hırslı ve intikamcı gibi görünüyor. Biyografilerini okuduğumda bu kanıya vardım.

Ve düşüşü başladıktan sonrada herşeye eyvellah diyerek, fakirliği, dibe vurmuşluğu kabul edecek kadar da bıkkın ve kendini sorgulamayan bir karakteri varmış.Türk sinemasının efsane oyuncusu ile ilgili şunları duymuştum.
-Ayakkabılarındaki parlak taşların pırlanta olduğunu,
-Sigaralarını altın bir tabakada taşıdığını, zümrütlü çakmak kullandığını,
-Paris parfümlerini başından aşağı boca ettiğini,
-Film cekerken elektrik teknisyeni çocuğun ışığı yanlış ayarlaması sonucunda çok kızdığını ve altın suyuna batmış şık topuklu rugan ayakkabısının burnu ile işçinin diz kemiğinin altını tekmelediğini,

Bir başka sanatcı da, şahit olduğu bir olay karşısında şöyle demiş Cahide hakkında:"Bu kadın günün birinde sürünür...." Bir işadamı kendisine çok kıymetli bir fransiz parfümü hediye ediyor.

Bunu gören Cahide : "Rica ederim beyefendi..bu parfümü Paris'te hizmetçiler kullanıyor..." diyor.Bu cevabı alan işadamı da şöyle cevap vermiş : "Kızım, bir gün gelecek mavi ispirto bile bulamıyacaksın.."Aradan geçen yılların sonunda bir edebiyatçımız kendisini Beyoğlunun arka sokaklarında bulduğu zaman, Cahide'nin elinde ispirto şişesi varmış.

Bir paylaşım: Ağustos ayında İstanbul Galata da iki hafta kaldım. Daha sonra Cahide'nin izini aramak için Beyoğlu-Balık pazarı civarında kaldığı evi ve birahaneleri görmek istedim. Maalesef vakit yetersizliğinden ve yardım alamadığımdan dolayı başarılı

Bahçenize ekebileceğiniz soğanlı bitkiler ve ekimi bakımı

Bahçenize ekebileceğiniz soğanlı bitkiler ve ekimi bakımı

FREZYA (Freesia)
Frezyalar parlak renkleri ve emsalsiz kokusuyla kış aylarında kesme çiçek olarak evlerimizi şenlendirir. Biraz özenle bu güzel çiçeği bahçemizde de yetiştirebiliriz.

Frezya iyi drenajlı hafif toprak, kuytu ve güneşli bir yer ister. Minik soğanlar nisan ayında 5 cm. derinlikte ve 10-15 cm. aralıklarla dikilir. Düzenli su verilir. Temmuz'dan Ekim'e kadar sürekli çiçek açar. Bitki sarardıktan sonra soğanları dikkatlice sökülür. Kuru kum içinde bahara kadar saklanır.

SÜMBÜL (Hyacintus)
Zarafeti ve güzel kokusuyla eskiden beri şiirlere, şarkılara konu olan sümbüller geleneksel çiçeklerimizdendir. Ülkemizde tabii olarak bulunan bu çiçek zamanla Avrupa'ya götürülmüş, özellikle Hollanda'lı çiçekçiler tarafından aşılanarak pek çok çeşidi elde edilmiştir.

Tabii sümbüller uçuk pembe, mavi ve beyaz renklerde, yalınkat olur. Ağır ve tatlı bir kokusu vardır. Dikildiği yerde sürekli çoğalır ve yetiştirilmesi kolaydır.

Hollanda sümbülleri ise çok zengin renklere sahiptir. Çiçekleri kalın bir sapın çevresinde katmerli ve çok sayıdadır. Cinsine göre ağır veya hafif kokulu olabilir.

Sümbül soğanları Eylül-Ekim aylarında iyi gübrelenmiş toprağa 15 cm. derinlik ve 20-30 cm. aralıklarla dikilir. Tabii sümbüller Mart- Nisan, Hollanda sümbülleri ise Nisan-Mayıs aylarında açar. Soğanları topraktan çıkarmaya gerek yoktur.

ZAMBAK (Lilium)

Zambak çiçeği insanlık tarihinde çok eski bir geçmişe sahiptir. Öyle ki bundan 3000 yıl önce yetiştirildiğine dair kayıtlar vardır. Çok fazla çeşidi üretilmiştir. Zambak yetiştirmek kolay değildir. Sabır ve bilgi gerektirir.

Toprak Hazırlığı ve Yapısı
Zambak soğanlarının bahçeye dikiminden önce toprak derince işlenmelidir. Mis zambak yetiştiriciliğinde toprak yapısı ve özelliği çok önemlidir. Köklerin derinlere doğru gelişmesi ve bol saçak yapması toprak tipi ve toprağın havalanma durumuna göre değişiklik gösterebilmektedir. Ayrıca zambaklarda soğanın sökülüp dikilme işleminin kök sisteminin gelişmesi üzerinde olumlu etkisi olduğu izlenmektedir. Bu gelişmenin topraktaki nem miktarının uygun düzeyde bulunduğu geç sonbahar erken kış devrelerinde hızlı olduğu saplanmıştır.

Dikim

Dikimler Ağustos sonu ya da Eylül başında yapılırsa soğanın kök ve yaprak gelişmesi iyi olacağından, ilk bahar sonunda erken çiçeklenme sağlanmış olur.

Soğanlar hazırlanan dikim yastıkları 4 - 6 sıra halinde dikilirler. Her yastık arası 40- 50 Cm genişliğinde yol bırakılmalıdır. Bu yollar vasıtası ile çiçek kesimi ve ot kontrol işleri rahatça yapılabilmektedir. Soğanlar sıra üzeri 10- 15 Cm aralıklarla dikilmelidir. Genel olarak dikim aralık, mesafe ve derinlikleri soğan büyüklüğüne göre ayarlanmaktadır. Yapılan üretimde sık dikim gerekirse, sıra üzeri ve arası ölçüleri ortalama soğan iriliğinin 1.5 katı olarak hesaplanabilir. Dikim derinliği ise soğan büyüklüğünün 1- 1.5 katı olarak hesaplanarak üzeri toprakla kapatılmalıdır.


Sulama
Kış ve erken ilkbahar aylarının yeterli ölçüde yağışlı olduğu bölgelerde sulamaya gerek duyulmaz. Buna karşı hızlı gelişme dönemlerinde ve fazla terlemenin olduğu aylarda su kaybının karşılanabilmesi için sulama gerekmektedir. Özellikle ilkbahar, gelişme döneminden **** gelişme dönemine geçiş de kurak geçen dönemlerde yaprakların kısa süre içinde sararmaması ve buna bağlı olarak soğanların iyi gelişmesini sağlamak için çiçeklenme sonunda sulama yapılmalıdır. Aşırı sulamalar ve kötü drenaj kök bölgesi oksijenini azaltacağı için kök ve soğanları gelişmeden alı koymakta, hatta çürütmektedir. Sulamanın genellikle yağmurlama veya damlama sureti ile yapılmalıdır. Salma sulama toprağı aşındırdığından dolayı kökler ve soğan dışarıda kalmaktadır. Buda soğanın yanmasına sebep verir.

Ot Kontrolü
Zambak yetiştiriciliğinde, üretim sıraları üzerinde mevsimlik otlar ile çok yıllık ayrık otu sık görülmektedir. Yapancı otlar toprakta su ve besin maddelerini tüketmekte, yaprak ve sapların gelişmelerine engel olmaktadır. Bu nedenle fazla derin olmamak koşulu ile otların temizlenmesi ve toprağın havalandırılması amacıyla çapalama yapılmalıdır.

Gübreleme
Yeterli ölçüde iyi gübrelenmiş bahçelerde çiçek kalitesi yüksek ve soğan iriliği fazla olmaktadır. Temel gübrelemede yanmış çiftlik gübresinin tarlaya dikimden önce verilmesi daha iyi sonuç alınmasını sağlamaktadır. Taze çiftlik gübresi kesinlikle verilmemelidir. İyi yanmış gübre soğan dikiminden en geç 2- 3 hafta önce toprağa 25- 30 Cm derinlikte karıştırılmalıdır.
Temel gübreleme dışında şerbet, soğanlar sap çıkarmaya başladıktan sonra verilmeye başlanır. Genel olarak sıvı halde (Şerbet) gübreleme bitkinin aktif gelişme ve çiçeklenme devresinde çok yararlı olmaktadır. Bu amaçla Ayda bir kez sıvı gübreleme yapmak çok yararlıdır. Öte yandan zambağın çiçeklenme dönemi tamamlandıktan sonra gübre uygulaması yapılmamalıdır.

Çiçek Kesimi
Zambak yetiştiriciliğinde amaç, zambağın çiçek ve soğanından yararlanmaktır. İyi bakım koşullarında ilkbahar sonunda çiçek açar. Sap ucundaki zambak çiçeklerinin alttan itibaren 1- 2 tanesi açtığı zaman sap yerden 10-15 Cm yukarıdan, makas veya keskin bıçak ile kesilir. İyi bakım koşullarında 150 Cm olabilen zambak sapı, topraktan 30 Cm yukarıdan kesilince 120 Cm lik çiçekli sap yapmış olur.

Zambak Soğanı Sökümü
Zambakların çiçekleri bittikten sonra saplar hafifçe bükülerek çekilir. Ve sap soğandan kolayca ayrılır. Sap çekiminden sonra bahçe sulandıktan 15 gün sonra soğanların sökümüne geçilerek toplanır. Toprak yüzüne çıkan soğanlar sap artılarından özenli bir şekilde temizlenir. Soğanlar toplanırken güneşte fazla bekletilmeden serin ve gölgeli yerlerde depolanmalıdır.

Saksıda zambak yetiştirmesi

Saksılarda zambak yetiştirmek isteyenler; çapı 20 cm. olan toprak saksılara. funda toprağı, eski yanmış çiftlik gübresi ile kumlu toprak karışığı doldurulur. Ana soğanlar bu saksılara sonbaharda dikilir. Saksılar kışı seralarda yahut evlerde geçirir. Mayıs ayında çiçek açarlar. Zambak soğanları l-1,5 m, kadar boylandıklarından dolayı saksılar içerisine birer uzun değnek dikmek ve birkaç yerinden çiçeği bağlamak gerekir.


NERGİS (Narcissus)
Nergisler şüphesiz soğanlı bitkilerin en tanınmış üyelerinden biridir. Yetiştirilmesi çok kolaydır. Soğanları bir kere dikildikten sonra topraktan çıkarılmaz. Yıldan yıla çoğalarak olduğu yerde yayılır. Nergislerin ana rengi sarı olmakla beraber beyaz, portakal rengi veya iki renkli olanları da vardır. Çiçeklerin farklı boyut ve biçimlerde, kokulu ve kokusuz çeşitleri bulunur.

Nergisler normal bahçe toprağında, güneşte veya hafif gölgede yetişebilir. Soğanlar Eylül başlarında 10- 15 cm. derinliğinde dikilir. Çiçekler cinsine göre Şubat ve Nisan arasında açar. Bitkinin yaprakları kuruyana kadar kesilmemelidir.

GİRİT LALESİ (Ranunculus)
Girit lalesi pençe adı verilen köklerden yetiştirilir. Gösterişli çiçekleri suda uzun süre dayanır. Ayrıca sevilen bir bahçe çiçeğidir.

Pençeler Mart ayında güneşli bir yere 5 cm. derinlik ve 15 cm. aralıklarla dikilir. Mayıs ve Haziran'da açar. Bitki kuruduktan sonra pençeler topraktan çıkarılıp kuru kum içinde saklanmalıdır.

SÜSEN (Iris)
Süsen kılıç biçimi yaprakları, garip biçimli ve güzel kokulu çiçekleriyle çok rastlanan bir çiçektir. Bizde genellikle mor renkli olarak bilinir. Oysa dünyada çok sevilen süsenin parlak maviden siyaha kadar birçok rengi elde edilmiştir.

Süsen farklı zamanlarda açan birkaç türe sahiptir.Kolay yetişir. Fazla bakım istemez. Bol güneş, drenajı düzgün iyi işlenmiş bahçe toprağı yeterlidir. Yazın suyu sever. Rizom denen etli kökleri yıldan yıla yayılarak çoğalır. Kışın topraktan çıkarılmaz.

Rizomlar sonbaharda ana bitkiden ayrılır. 5 cm. derinlik ve 15-20 cm. aralıklarla dikilir. Cinsine göre Şubat ayından Temmuz'a kadar açabilir.

LALE
Mart ayının sonlarından Nisanın ortalarına kadar lâleler çiçek açar. Niçin hepsi aynı günlerde çiçek açmaz: Cinsine göre değişir. Bazı türleri soğuğa daha alışık türler oldukları için baharda daha erken çiçeklenir.

Kimi türleri ancak nisanda çiçek açar. Hava şartları, bulundukları yer de çiçek açma zamanını etkiler. Bir tepe düşünün. Kuzeye bakan yamacındaki laleler daha geç, güneye bakan yamacındaki laleler daha erken çiçeklenir. Hatta bazen güneye bakan yamaçtakilerin çiçekleri solduktan sonra kuzeye bakan yamaçtakiler çiçeklenir.

Normalde bir lale soğanından bir sap çıkar, en üstte tek çiçeği olur. Bir soğan yılda bir defa tek bir çiçek açar. Ama birden fazla çiçek açan yeni türleri de vardır. Yine de yılda bir defa çiçek açma özellikleri değişmez.

Bakımı ve çoğaltılması:
Bir lale soğanı çiçek açar ve yok olur. Kökten yeni soğanlar oluşturur. 5 - 10 tane irili ufaklı soğanlar oluşur. Bunlardan sadece biri veya ikisi gelecek yıl çiçek açabililecek kabiliyette gelişebilir. Diğerleri sonraki yıllarda çiçek açacaktır. Laleniz çiçek açtıktan itibaren haftada veya 10 günde bir, suyuna çok az miktarda (paketinde tavsiye edilenden de az) gıda katarak veya gübre şerbeti ile sulayın. Böylece yeni oluşacak soğanlar daha iyi gelişir. Bunu lalelerinizin yeşil yaprakları sağlıklı görünümünü koruduğu müddetçe en fazla üç defa tekrarlayın. Yapraklar sararmaya bozulmaya başlayınca sulamayı azaltın. Sonra iyice sararınca sulamayı kesin kurumaya terk edin.

Lâle soğanlarının saklanması: Topraktaki lalelerinizin yaprakları ve sapları tamamen kupkuru olduğu zaman soğanları topraktan çıkarın. Gölgeli bir yerde bir hafta kadar bekletin iyice kurusun. Sonra üzerinden kendiliğinden dökülen kabukları ayıklayın. Diğer kabuklarını sakın soymayın. Sonra DDT tozu ile ilaçlayarak hava geçiren bez bir torbada ekim ayına kadar serin ve karanlık bir yerde saklayın. Buzdalabında saklamayın ama.

İstanbulda ve benzer iklime sahip olan yerlerde eylül sonlarından aralık ayına kadar lale, sümbül ve zambak gibi soğanlı süs bitkilerinin ekim zamanıdır.

Yalnız dikkat edin işin uzmanlarına sorun: Her soğanlı bitki sonbaharda ekilmez. Meselâ glayöl soğanları baharda don tehlikesi tamamen ortadan kalkınca, nisan ayında ekilir.

Yazımı dikkatle okursanız lâle dikmenin inceliklerini biraz olsun öğrenmiş olursunuz.


Bahçeye Lâle Ekmek
Lâle soğanları Eylül - Ekim - Kasım aylarında dikilir.

Soğanları 20 - 25 cm. aralıklarla dikin. Büyüklüklerinin dört katı kadar derine dikin. Daha derine dikmeyin. Kışın don tehlikesi olan yerlerde toprak üzerine saman yaymak gerekebilir.

Soğanları dikmeden önce toprağı iyi hazırlamalısınız. Bu, sadece ektiğiniz lâlelerin iyi gelişmesi için değil aynı zamanda gelecek yaz gelişecek olan yavru soğanların daha sağlıklı gelişmeleri için de gereklidir. Çünkü lâleler soğanları ile çoğaltılır. Tohum ile çoğaltmak çok zahmetli olup çiçek elde edebilmek için birkaç yıl beklemeniz gerekir. En kolay yolu soğanların toprak altında çoğalması ile üretmedir.

Lâle bitkisi gübreli, humuslu, killi, milli toprakları sever. Lâle için gübre olarak en iyisi eski yanmış çiftlik gübresidir.

Saksıya Lâle Ekmek
Sonbaharda saksılara soğanları dikilir. Sonra bu saksılar soğuk bir bodrumda mart ayına kadar saklanır. Susuz kalmamalarına dikkat edilir. Soğuk yer yoksa bir bahçede soğuk bir köşeye saksılar toprağa gömülür. Zahmetli bir iştir. En iyisi siz saksıda lale yetiştirme sevdasından vaz geçin. Zaten senede bir defa birkaç günlüğüne tek bir çiçek açan bir bitki için uğraşmaya değmez. Yaprakları ise bahardan en fazla yaz ortalarına kadar dayanır sonra kurur. Soğanlar toprağın altında gelecek baharı bekler. Saksıda lâle yetiştirmek için uğraşacağınıza başka çiçeklerle ilgilenin. Benden söylemesi

İlkbaharda çiçek açınca asıl lale bakımı o zaman başlar.

ÜZÜM SÜMBÜLÜ (Muscari)
Anadolu'da, çayırlarda tabii olarak yetişir. Boyu 15-20 cm.,çiçekleri genelde mor olmakla beraber,sarı ve beyaz çeşitleri de vardır. Katmerli olanları çok güzeldir. Kolay yetişir. Zamanla çoğalır. Diğer gösterişli çiçeklerin arasında güzel bir zemin oluşturabilir. Çim alanlara dikilebilir.

Soğanları Eylül-Ekim aylarında,7,5 cm. derinlik,10 cm. aralıklarla dikilir. Mart-mayıs aylarında çiçeklenir. Güneşi sever. Soğanları topraktan çıkarmak gerekmez.

ŞAH TACI (Fritillaria)
Doğu Anadolu bölgesinde tabii olarak bulunan bu bitki eskiden beri bahçelerimizde yetiştirilir. Soğanları oldukça iri ve keskin kokuludur.Bu özelliğiyle bahçeden yılan ve fareleri uzak tuttuğuna inanılır.

İki cinsi vardır. Sarı veya portakal renkli Şah tacı toplu halde, aşağı doğru sarkan çiçeklere sahiptir. Boyu 50-75 cm.uzayabilir. Hafif desenli mor veya beyaz çiçekli diğer cins daha kısa boylu olup çiçekleri tek tek açar.

Hafif gölge ve drenajı iyi toprakları sever. Toprak iyi işlenmiş ve gübreli olmalıdır. Soğanlar Eylül ve Kasım ayları arasında 25-30 cm. derinlik, 30-45 cm. aralıklarla dikilir. Nisan ayında çiçeklenir. Soğanlar topraktan çıkarılmaz. Toprağına her yıl az miktarda yanmış gübre konur.

GALA (Calla lily)
Bu gösterişli bitki kesinlikle bahçeye ayrı bir hava verir. Suyu çok sevdiği için havuz kenarlarına veya fazla sulak yerlere dikilebilir. Son zamanlarda çok değişik renklerde gala üretilmekle beraber dış mekan için en dayanıklı olan beyaz çiçeklilerdir.

Rizomları yaz sonuna doğru ayrılarak humuslu toprakla doldurulmuş bir saksıya dikilir. Üzerinde yaprağı olabilir. Önceleri az sulanır. Bitki büyümeye başlayınca artırılır.

Saksıda yetişebilir. Yahut humuslu toprağa bahçeye de dikilebilir. Bahar ve yaz boyunca çiçekleri geçene kadar toprağı hep ıslak tutulmalıdır. Daha sonra suyu azaltılır.

ZEPHYRANTHES
Son derece zarif, bahçe ve balkonlarımızda kalıcı bitki olarak yetiştirebileceğimiz bir çiçektir. İğne biçimli yaprakları, çiğdeme benzer beyaz çiçekleri vardır. Temmuz ve Ağustos aylarında sürekli açar. Boyu 15 cm. kadar uzar. Pembe ve sarı çiçekli olan cinsleri de vardır ama bunlar soğuğa daha az dayanıklı olup, limonluklarda yetiştirmeye elverişlidir.

Özellikleri
Soğanları Nisan ayında bol güneş alan bir yere 5 cm. derinlik ve 10 cm. aralıklarla dikilir. Toprağı kumlu olmalıdır. Ayrıca ilkbahar ve yaz boyunca köklerinden ayrılarak dikilebilir. Kolayca tutacaktır. Suyu sever. Saksı ve çiçekliklerde de çok güzel durur.

ÇİĞDEM
Çiğdem türleri sonbahardan ilkbahara kadar Kardelenler gibi bol ışıklı killi topraklarda çiçek açabiliyorlar. Soğanlar ellenmediği takdirde her sene çoğalıp ürüyorlar. Siklamen, hercai Menekşe, Çuha Çiçeği, Kardelen ya da Osmanlı çimiyle beraber mükemmel gelişiyor.

Çiğdemi, beyaz ve pembe renkli gibi yaklaşık 40 türünü bulabilirsiniz. Önemli olan, renk geçişlerini ve çiçek zamanlarını doğru ayarlamanızda.

Ortalama 12 -15 cm. olan bu bitki, doğru dikimle kışın bu renksiz günlerinde sürprizli olabilir. Gösteriyi, renkleri, zamanları doğru ayarlamak bir iki senenizi alacak, sabırlı olun…

Sonbaharda çiçek açtığında, üzerine basılamayacak ağaç dibi, bordür kenarı gibi bölgelere Çiğdem soğanlarını yerleştirin. Diktikten sonra sıvı gübre verin, üst yüzeyi de yaprak çürükleriyle koruyun. Gerisi kendiliğinden gelecek, her sene açacaklar.

KARDELEN
Kardelen çok garip bir zamanda, kardan sonra, buzlu havalarda incecik gövdesini dans eder gibi uzatıp, ters çiçeklerini açıyor. Bu havalarda rüzgârdan, yağıştan koca ağaçlar devrilirken ona bir şey olmuyor, ilginç. Dikili olduğu mekânda ışık istiyor, ıslak - rutubetli toprağa bayılıyor; ama en çok da rahatsız edilmemeyi seviyor. Hani çok nadiren çocukların önüne yazarlar ya “öpme beni” diye, Kardelenler’e de “elleme beni” yazılmalı. Çünkü çiçekleri biterken tohumlar oluşuyor, bu tohumlar havada uçup bir yerlerde yeni kardelenler yetiştiriyor, dipteki soğanlar da orada içten çoğalıyor gruplaşıp genişliyorlar. Yani, üstte ve altta iş çok.

Soğanları sonbaharda marketlerde var ama görerek almanın tadı başka. Eski bahçeli evlerde de tek tük olabilir, sorun, ya da küçük bitkilerle uğraşan semt fidanlıklarında ararsanız mutlaka bulursunuz. Sizde varsa ve çok gelişmişse söküp dilediğiniz kadar ayırın, tekrar dilediğiniz yere dikin.

Unutmadan uyarayım, toprakta yaşayan saygıdeğer Danaburnu da Kardelen soğanlarını çok severmiş, yemesini tabii!!! Aman sakın atlamayın, gözünüz yerde olsun, bahçenizde yetişmişse kardelen mardelen ne varsa yer bitirirler…Derhal onlardan kurtulun. (Zirai ilaçlamayla!..) Kurtulamayacak gibiyseniz soğanlı bitkileri plastik saksılarla toprağa dikin. Dibe normalinden büyük, su süzülecek delikler açın. İçten hasır tellerle destekleyin, soğanlarınıza böylelikle bir şey olmayacak. Sadece seneler sonra saksılar küçük gelebilir o kadar.

Sonbaharda Kardelen’i daha iyi açtırmak için soğan dikili bölgelere sıvı gübre verebilirsiniz.

İlkbaharda toprağı çapalarken o bölgelere dikkat, sakin oraları çapalamayın. Boyları 15 - 25 cm. arasında değişen Kardelenler, “lektin” adında bir protein üretiyormuş ve bu da yaprak bitiyle mücadelede kullanılıyormuş. Son duyduğuma göre de kanser ve kalp hastalıklarının tedavisinde Kardelen üzerinde birçok araştırma yapılıyormuş.


Safran

Safranın (Crocurus sativus L.)Türkiye'de tabi olarak yetiştiği bilinmektedir.3 parçalı stigmasının çiçeğin diğer kısımlarından ayrılıp kurutulması suretiyle safran baharatı üretilmektedir.
Değişik kaynaklardan alınan verilere göre bir kilogram safranın 8000 dolar ile 80.000 dolar arasında çok geniş bir fiyat aralığında alınıp satıldığı görünmektedir.
ayrıca safran soğanıda tanesi ortalama 1 dolardan satılabilmektedir.
BOTANİK ÖZELLİKLERİ
Crocus(çiğdem) cinsine ait türler yer altında etli köklere sahiptirler.yapraklar türden türe değişmekle birlikte çiçeklerle birlikte **** çiçeklenmeden sonra toprak yüzeyine çıkmaya başlarlar.
Türe bağlı olarak çiçeklenme ilkbaharda ya da ağustos ayından sonra olur.bir bitkide çiçek sayısı bir veya daha fazla olabilir.
MORFOLOJİK ÖZELLİKLERİ
YAPRAK:
Safran yaprağının sapı
bulunmamaktadır.yapraklar doğrudan gövdeden çıkmaktadır.yapraklar küçük demet şeklinde bir noktada toplanmıştır.yapraklar toprak üzerinde yaygın durmakta ve bir ssoğandan çıkan yaprağın sayısı 5-12 adet arasında değişmektedir.
Ekim ayının ilk haftası yani soğanların dikiminden yaklaşık 45-50 gün sonra yapraklar toprak yüzeyinde görülmeye başlarlar.mayıs sonu ve haziran başında yapraklar sararıp kurumaya başlarlar.yaklaşık olarak 230-250 gün yeşil olarak toprak yüzeyinde kalmaktadırlar.
ÇİÇEK:
Crocus sativus çiçeği hermafroittir.yani erkek ve dişi organları aynı çiçek üzerindedir.safran çiçeği soliterdir, yani gövde üzerinden tek tek çıkarlar.herbir soğandan bir adet çiçek meydana gelmektedir.
safranın gıda, ilaç, boya vb. endüstri alanlarında kullanılan kısımları stigmalardır.polenlerinde anomali olduğu için kısır bir bitki olan safranın tohumu olmamaktadır.çiçekler ekim ayında görülmeye başlayıp bu süre bir ay kadar devam etmektedir.
GÖVDE ve KÖK:
Safranın gövdesi toprak altında korm(soğan)adı verilen, gövdenin metamorfoz olmuş şeklidir.sert bir soğan şeklinde olan kormun üzeri örtü pulları ile kaplıdır.
her yıl ana soğandan meydana gelen yavru soğanlar oluşmaktadır.
Safranda görülen kök şekli saçak köktür.safranda bulunan saçak kök,soğanın taban kısmından çıkmakta ve toprak altında yaklaşık 15cm.kadar uzayabilmektedir.
SOĞANLARIN EKİM VE BAKIMI:
Genel olarak kumlu-killi,gevşek iyi tekstürlü geçirgen topraklarda daha iyi gelişim gösterir.iyice havalandırılmış ve karıştırılmış toprakta 10cm.derinliğinde çiziler açılır ve çiziler arası mesafe 20 cm dir. bu soğanlar dikim yapılacak çizilere 1-2cm.aralıklarla yerleştirilir.ekim zamanı olarak bölgelere göre değişmekler birlikte ağustos ve eylül arası uygun olmaktadır.uygun sıra arası ve mesafesine göre dikim işlemi yapıldığında 1Ha'lık alana yaklaşık olarak 8-10 ton safran soğanı gerekmektedir **** başka deyişle 1 Ha için 400.000 soğan dikimi yapılmalıdır.
Yapılan araştırmalar sonucunda yıllık yağışın 1000-1500mm olduğu yerlerde sulamaya gerek kalmadan yetiştiği bilinmektedir.
Kurak geçen yıllarda soğanın daha iyi büyüme sağlaması için ilkbaharda,çiçek veriminin arttırılması için çiçeklenmeden önce, ekim ayının ilk haftası içerisinde sulanması uygun olur.
Soğan verimi 1'e 4-5 şeklinde değişmektedir(1kg soğan dikimine karşı verim 4-5kg arası.dikilen 20 adet safran soğanından elde edilen çiçek sayısı 3-94adet arasında değişip ortalamam çiçek verimi 40 adettir.

ÖNEMİ:
Özellikle birim alandan en fazla kar elde etmek ve küçük alanlarda bol kazanç sağlamak, emek ve iş gücünü en iyi şekilde kullanmak amacıyla yetiştirilmesi gereken bir bitkidir.Zaten yurdumuzda kendiliğinden yetişen çiğdem türleri mevcuttur. yetişmesi için çok seçici bir bitki değildir.en önemlisive yorucu belkide çiçeklerinin toplanması işlemi olabilir. ama bu bile birçok aileye ve kişiye ekmek kapısı sağlamak açısından oldukça önemlidir.